30 Kasım 2010 Salı

Süper Marka Vernel...

Türkiye’nin ilk yumuşatıcı markası Vernel; gıdadan finansal hizmetlere, temizlik ve kişisel bakım ürünlerinden teknoloji ürünlerine, hizmet sektöründen iletişime kadar birçok alanda yılın en iyi markalarına verilen 2010 Superbrands (Süper Marka) Ödülü’nü almış. Bence haketmiş de...

Dünyaca ünlü Henkel firması tarafından üretilen ve ilk kez 1976 yılında raflardaki yerini alan Türkiye’nin ilk yumuşatıcı markası Vernel, 86 ülkede faaliyet gösteren Superbrands jürisi ve AC Nielsen'in tüketiciler üzerinde gerçekleştirmiş olduğu araştırma sonucunda 2010 yılının yumuşatıcı kategorisindeki Superbrands'i olmuş.

Peki Süper Marka neymiş?


Tüketicilerin, (bilinçli veya bilinçaltı) arzuladıkları, tanıdıkları ve bir ücret ödeyerek sahip olmak istedikleri, duygusal ve/veya fiziksel avantajları, diğer markalara göre çok daha yüksek oranda sunan markaya “Süper Marka” deniyor.

Süperbrands Ödülü’nün kriterleri arasında yaratıcılık, şirketin büyüklüğü, teknolojisi, yatırımları, iş gücü kalitesi, markalaşmaya yaptığı yatırım ve marka devamlılığı, sosyal sorumluluk projelerine katkısı, çevreye duyarlılığı, etik değerlere uyması ve vergi sıralamasındaki yeri gibi maddeler de bulunuyor.

Türkiye’de ilklerin markası Vernel...


Yapılan araştırmalara göre Türkiye'de evlerin yüzde 66'sında yumuşatıcı kullanılıyor. Türkiye yumuşatıcı pazarının ilk temsilcisi olma özelliğini taşıyan Vernel, pazara girdiği 1976'dan beri yenilikçi yaklaşımı, güçlü teknolojik alt yapısı ile yeniliklere öncülük ederek pazar liderliğini koruyor. Vernel’in bir özelliği de Türkiye’nin ilk yumuşatıcı markası olmasından dolayı, pazara ismini vermiş olması... Böylece Vernel, Türkiye’de yumuşatıcının genel adı oldu ve yumuşatma işlemi dilimize “Vernellemek” olarak yerleşti diyor araştırmalar.

Hakikaten bu, bir marka için ne kadar büyük bir gururdur di mi! Çocukluğumdan beri benim de hayatımda hep Vernel vardı, hala da olmaya devam ediyor. Çocukken şirin ayıcığıyla kalplerimizi fetheden bu marka, şimdi de evlerimizde yıkadığımız çamaşırlarımızda bıraktığı o şahane kokuyla "evet yine tertemiz yaptım çamaşırları" hissiyle evdekilere çalışkan ve terrrrrtemiz bir eş imajı çizmenin mutluluğuyla en baştaki yerini almaya devam ediyor.

Vernel Türkiye’de kısa zamanda %100 marka bilinirliğine ulaşmış. Vernel markası, Türkiye yumuşatıcı pazarını birçok ilkle tanıştıran marka olarak da biliniyor. Türkiye’ye aromaterapi yumuşatıcı, 4 kat konsantre yumuşatıcı ve parfüm incileri adı verilen mikrokapsül teknolojisini tanıştıran ilk marka yine Vernel olmuş.

Yılda 3,5 milyon ton çamaşır Vernel ile yıkanıyor!!!


Pazardaki lider konumunu, sürekli yenilikler üreterek, tüketicilerin değişen ve artan beklentilerini en üst düzeyde karşılayarak korumayı başaran bir marka Vernel... Kalıcı ve devamlı çeşitlenen kokuları ile biz tüketicilerin hafızalarında yer eden Vernel, sağladığı yüksek kalite ile de tüketici tercihlerinde daima ilk sıralarda yer alıyor. Bugün Vernel ürünleri, Türkiye’nin dört bir yanında, milyonlarca tüketici tarafından kullanılıyor. Biliyor musunuz; Türkiye’de saatte ortalama 3 bin 800 adet Vernel satılıyormuş. Ayrıca, Vernel ürünleri ile yılda 3,5 milyon ton çamaşır yıkanıyormuş.

İdeal eş olmamda gösterdiğin destek için teşekkürler Vernel!!!


In Bruges...

Evet evet gerçekten bir masalın ortasında olmalıyım...
Bruges, işte o masalların içindeki tarihi o kadar güzel yansıtıyor ki...Küçük bir kanal kenti aslında. Kanal kenarında evler... O sokaklarda yürüyebildiğiniz kadar yürüyün. Önünden geçtiğiniz her ev, her bina ayrı güzel...
En önemli nokta da UNESCO'nun Bruges'ü dünya mirası listesine almış olması.



Bruges'e aynı zamanda aşıklar şehri de diyorlamış. Paris'i öyle bilirdik ama inanın bana Bruges de haketmiyo değil! Hatta bunun bir heykeli bile vardı...


Şimdi sırada Tuğba'nın da dediği gibi "In Burges" filmi var.

29 Kasım 2010 Pazartesi

Minyatür bir Avrupa...

Atomium...
Bir atomun 165 milyon kez büyütülmesiyle ortaya çıkmış devasa bir yapıydı. 102 metre boyundaymış. 9 küre, 12 boruyla birbirine bağlanmış. Hava Brüksel’de yaza kadar neredeyse her gün kapalı ve bir o kadar da yağmurlu olduğu için kürelere ulaşsak bile manzara açısından çok tatmin eder miydi bilemiyorum ama açık bir hava yakaladığınızda mutlaka çıkabildiğiniz en üst küreye kadar çıkın derim.

Bazı kürelere girmek yasak. Belli bir noktaya kadar ziyarete açmışlar. Ama yerden bile görüntüsü muhteşem... Zaten Brüksel’in de sembolü olmuş bile 1958 yılında inşa edilen Atomium...

Delirium...
Bira sevenler için gözden kaçırılmaması gerekir... 2000'den fazla çeşit birası varmış...
İçerisi tıklım tıklım. Sigara içmek serbest. Bardan içkinizi alıp boş masa bulup oturmanız bayaa zaman alıyor ama değiyor. Çok içki meraklısı falan diilim ama bira içilebilecek en keyif veren yerlerden biri sa nırım Delirium. Bu arada bu kadar çok çeşit birası olduğu için Guiness Rekorlar Kitabına bile girmiş... Unutmadan, Delirium, merkeze çok yakın.

Le Fritérie...
Deli gibi yağmurun altında yürüyerek Borsa Binasına ulaşmaya çalışıyoruz. Gerçekten heryer birbirine çok yakın da, öyle bir yağmur ben hiçbiyerde görmedim daha! Yani Brüksele yazın dışında bir mevsimde gitmeye niyetlendiyseniz; yağmurluk, çizme ve şemsiyeyi ne pahasına olursa olsun valizinize koyun. Gerekirse daha az eşya alın ama onları unutmayın!!!

Borsa Binasının hemen yan sokağında bizim Kızılkayalar gibi bir dükkan. Brüksel halkı ayaküstü karnını doyurmak için oraya geliyor belli.

Sadece ketçap-mayonez yok servislerinde. Çeşit çeşit soslar var sırf patatesler için. Mutlaka deneyin!
Brüksel çok yağmurlu çok...
Şehrin bir tarafında AB'nin merkezi olduğu için modern Parlamento, Konsey binaları, iş merkezleri...
Diğer tarafında masal kentindeymişsiniz hissi uyandıran, gri mekanlar... Binalar gerçekten görülmeye değer... Şemsiyelerinizi kaldırıp ne kadarını görebilirseniz tabi:))) Brüksel'e yolunuz düşerse el yapımı çikolatalarını, deniz ürünlerine meraklıysanız önüne 1 tencere dolusu gelen midyelerini tatmadan dönmeyin. Leonidas en ünlü çikolatacısı... Leon de Bruxelles de en ünlü deniz ürünleri restoranı... Sadece Brüksel'de diil Avrupa'nın birçok kentinde de varmış ayrıca...


Amsterdam'ın kanalları , süper hızlı bisiklet sürücüleri, peynirleri ve kalbimi çalan birası...

Amterdam...
Heineken biralarının memleketi... Kanallar şehri.. Ama öyle Venedik gibi bi solukta bitmiyor kanal sefası... Upuzuuuun. Kanal kenarındaki evler o kadar güzel ki ve bir o kadar da eski... Fazlasıyla yan yatmış olanları var yılların birikimi sonucu... Evler daracık. İçleri de öyle ama arkaya doğru genişliyor. Hatta o kadar dar ki, tipik bir Amsterdam evine taşınmaya karar verdiyseniz, dar yapısına nispet oldukça geniş pencerelerinden eşyalarınızı, evin catısına monte edilmiş ve size ait vinçler vasıtasıyla taşıyorsunuz... Yani eve dğru çekiyorsunuz...

Dediğim gibi kanal o kadar uzun ki Amsterdam’da, eski evlere yerleşemeyip yine de ne yapıp edip Kanalda çok daha hesaplı yaşamak istiyorum diyorsanız yüzen evler tam size göre!


Bazıları gerçekten çöp ev gibi. Çoğu evlerinin etrafını çiçek saksılarıyla süslemiş. Ama bazıları da iç ve dış dekorasyonuyla (dışarıdan görebildiğimiz kadarıyla) o kadar şirin ki...    
Amsterdam’da şunlara dikkat edin!
Her an hızla gelen bir bisikletliyle burun buruna karşılaşabilirsiniz. Sağınıza solunuza iyi bakın.

Red Light District’e gidip de sakın fotoğraf makinalarınıza saldırmayın. Dışarıdakiler mutlaka saldırırlar... Resim çekmek yasak. Görüp beyninize kazıyın o kadar.
Buram buram her sokak başından duyulan ot kokuları midenizi fena halde bulandırabilir. Şaşırmayın...
Çiçek pazarına gidip de lale soğanlarını görünce “Aaa bunlar bizim memleketin çiçekleri aslında” deseniz bile kimse sizi iplemez. Ama gerçekten de öyle ve o kadar çoklar ki... Şahsen ben Türkiye’de henüz soğanlarını satılırken görebilmiş değilim...

Peynir satan herhangi bir dükkana girin ve tadabildiğiniz kadar peynir tadın. Sonra da beğendiğinizi alın. Ama dükkada çalışanların peynirleri nasıl soyduklarına dikkat edin ki Türkiye’ye döndüğünüzde ziyan etmeden soyabilesiniz o peyniri=)
Maoz’da Falafel yemeden dönmeyin. Tamamen vejeteryan...

  

Vejeteryan olduğumdan değil ama gerçekten çok lezzetli... Kepekli gibi bir ekmeğin içine bizim mücverin biraz değişiği gibi top top köfteler şeklinde birşey koyup elinize veriyolar. Açık büfeden istediğiniz kadar salata ve türevlerini içine doldurup afiyetle yiyorsunuz...
Van Gogh Müzesi’ne uğramadan dönmeyin derim. Sanata meraklıysanız eğer... Ya da Van Gogh’un orijinal resimlerini dünya gözüyle bir görelim derseniz o da olur...


Heineken experience.. Mutlaka deneyimleyin... Adım attığınızda bir arpasınız, dışarı çıktığınızda bira oluyorsunuz ve oldukça fazla bira tadıyorsunuz. Markayı o kadar çok seviyorsunuz ki oradan çıktığınızda, Türkiye’de başka marka bira almam diyorsunuz. Hahahahahahaha.......






11 Kasım 2010 Perşembe

Siyah, siyah, siyah...

Sabah saat 07:40...Siyahlarımı giydim... Canım da fotoğraflamak istedi=)





Etek: Machka

3 Kasım 2010 Çarşamba

I love you Cappadocia...

1 Kasım 2010...2. evlilik yıldönümümüz...
ve İrfan'dan kelimelerle anlatamayacağım bir sürpriz...

Sadece ufacık bir çanta ile dünyalar kadar huzur, eğlence ve keyfi yaşadığımız Kapadokya'nın muhteşem manzarası ile insanı dinlendiren ve heyecanlandıran doğası arasındaki otelimiz Argos in Cappadocia...





ve odalar...



Ne kadar da mutluyum...

***




***